Günler birbirine karıştı…

Yorum bırakın


days.jpeg

Salgın sebebi ile yaşamın duraklatılmasının üzerinden tam bir ay geçti. Gece ve gündüz birbirine girdiği gibi günler de karıştı.
Bir çoğumuz hangi günü yaşadığımızı bilmiyor ya da önemsemiyoruz, takvime bakmaktan vazgeçtik…
Sadece günü yaşıyoruz, kim bilir belki de böylesi daha iyi…
YAZI, GÖRÜŞ ve DÜŞÜNCELERİM:

Açık Sınıf’ta ilk ders: Etkinlik Yönetimi…

Yorum bırakın


geçen ay el sıkıştığım ve eğitimcileri arasında listelendiğim Açık Sınıf‘ta ilk dersim, #EtkinlikYönetimi. Profesyoneller kadar üniversiteye devam edenlerin de rahatlıkla katılabileceği 2 günlük benzersiz bir eğitim programı…
Bu eğitim ile katılımcılar; yaşamın her alanında iyi ve doğru iletişim kurmanın, yenilikçi düşünmenin, sorunların üstesinden gelmenin, dışa dönük olmanın, kendi kendine yetmenin, becerilerini geliştirme ve mükemmel bir esnekliğe sahip olmanın önemini keşfedecekler. Bu sayede pek çok kapının açıldığını görecek, güçlü bir kişilik edinme yolunda ilerleyebilecekler.
açık sınıf_Etkinlik Yönetimi_detaylı

5N1K ile Etkinlik Yönetimi | Event Management via 5N1K

Yorum bırakın


kitabım bugün tam bir aylık oldu… yazıldı, okundu, basıldı ve sizlere ulaştı. bir kaç sözcükle anlatılabilecek kadar sade ama yaşanırken ve özellikle de bir sonraki aşamaya geçiş beklenirken de bir o kadar sancılı bir süreç. ilgi, umduğumdan büyük, satış da beklediğimden yüksek. önümüzdeki aylarda yeni baskı olacak gibi… 🙂
facebook sayfamızdaki göstergelere göre; kitabın varlığından haberdar olan olan sizler ve sizlerin dostları ile 66 bini aşan bir topluluk söz konusu. müthiş bir sayı bu. aynı sayfadan anladığım kadarı ile genel bir beğeni de söz konusu. bu beğeni sadece tıklamalardan ibaret de değil üstelik, eski usül “sevgili hakan” diye başlayan mesajların içinde, hem de satırlar boyunca…
sağolun;
– sağolun emeğe saygı duyup satın aldığınız için…
– sağolun zaman ayırıp okuduğunuz için…
– sağolun düşündüklerinizi paylaştığınız için…
turk_kahvesi her biriniz ile kahve içip sohbet etmiş gibiyim. “bir kahvenin 40 yıl hatırı vardır” derler, katkılarınız ile sizin de ben de 40 yıl hatırı var artık.
bir eksiğimiz kahve idi, o da burada hazır işte…

siz ne görüyorsunuz?

1 Yorum


fotoğrafa bakıldığında söylenecek çok laf var aslında. gülüp geçmeden, işi muzipliğe dökmeden “alıcı gözle” bir daha bakın lütfen…
yaşamın vazgeçilmezleri arasında ilk sıralardaki yerini koruyan; biri iyimser, diğeri ise karamsar olan düalist/ikili bakış açısı ile “çok yazık” demek mümkün, “çok mutlu” da…
mesele, durumun tespitinden ziyade bu kelamı edenin yaklaşımında. bir anlamda bakan kişinin ne gördüğü, kendisinin ne olduğu’nda yatıyor…
kimileri bu fotoğraftakinin evsiz bir vatandaş olduğunu, dünya ile ilişiğini kestiğini hatta belki de sızmış olduğunu söyleyecektir. doğru olabilir. kişi şanssız olabilir, başarısız olabilir, yalnız olabilir, yoksul ya da yoksun olabilir. kişi açtır, açıkta kalmıştır. akla gelebilecek her tür olumsuzluk, eline geçirdiği buna benzer bir kişide vücut bulabilir. bunun örneklerine sıkça rastlarız günlük yaşamlarımızda. sakın “yok” demeyin, mutlaka vardır. görmüyorsak, bu bize ait bir başka sıkıntının alametidir.
kimilerine göre de sokakta kalmış ama sokakta kalmanın mahzunluğunu ustaca yenmiş, itilmişliği kendi kendine kurduğu dünyadan def etmiş bir adam oturmaktadır köşesinde. ayaklarını uzatmış, hafiften içi geçmiştir ve bir çoğumuzun kendi evinde bile olamadığı kadar rahattır. sokak, onun için ev’dir. duvar, başının altındaki yastıktır, yalnızlık, derin bir uykudur…
bir grafiti sanatçısının ironik çalışması olduğunu düşünen de çıkabilir, “evinizin herşeyi” sloganlı ikea reklamlarına marjinal bir yaklaşım olduğunu sananlar da olabilir.
bence bütün bu bakış açıları doğru olabilir. bana göre; içlerinden birine bile yanlış demek mümkün değildir. ancak bir değerlendirme yapılacaksa söz sırası o fotoğrafa bakan bakan gözde, gözün gördüğünü değerlendiren beyinde, o beyni besleyen gönüldedir…
samimiyetle merak ediyorum ve soruyorum, siz bu resimde ne görüyorsunuz?
a) yaşamda kaybetmiş biri
b) yoksunluğa direnen biri
c) kendi halinde mutlu biri
d) beni hiç ilgilendirmiyor!
e) düşünmek için süre gerekiyor
yanıtı (a) olanlar, “bu kadar acımasız olmayın, orada uzanmış ama yaşamı bırakmamış kişi siz de olabilirsiniz”… (b) diyenler, “sizinle aynı fikirdeyim”… (c) şıkkını seçenler, “sizi seviyorum, gönlünüz gani gani geniş olsun”… kararı (d) olanlar, “canınız sağolsun ama hiç olmazsa sonuncu seçeneği bir daha düşünseniz… ve son olarak de (e) seçeneğini tercih edenler, “teşekkürler, belki zaman içinde karar değiştirirsiniz”…
bu seçenekleri yeterli bulmayıp, kendi şıklarınızı da ekleyebilirsiniz. bu beni de ziyadesi ile memnun eder… anket yapacak değilim ama paylaşacağınız görüşlerinizin benim bakış açıma zenginlik katacağından eminim…

Eksiksiz olmuyor (mu?)

Yorum bırakın


yaşamım boyunca hep eksikliklerle uğraştım…
çocuktum ufacıktım, boyu sıraya ancak yeten bir küçük çocuktum, eksik bilgilerim yüzünden eksik kalan notlarım ile boğuştum. sonra büyüdüm, ama yine eksiklerim yüzünden okulun “en gözde delikanlısı” olma fırsatı kaçırdım. ama ne notlarımın eksikliği, ne de kerşı cinsin ilgisinin eksikliği beni üzmedi, kendi kendime “nasıl olsa ileride olur” dedim…
ilk işime başladığımda bir çelimsiz çocuktum, nasıl olmayayım henüz 12-13 yaşlarındaydım, ilkokul bitmiş ve anadolu lisesi’nin hazırlık sınıfını tamamlamıştım. bu işim bir antika eşya satışı yapılan bir dükkandı, iyi bir oteldeydi. mesai ilk grupların check-out yaptığı 06:00’da başlar, yemeklerini yiyen otel misafirlerinin yatmadan önce lobby’de dolaştığı 23:00 sonrası biterdi. düzeni aksatmazdım ama içten içe farkındaydım ve kendi kendime “bu tempoya ne gücüm, ne de enerjim yeter” derdim…
üniversite sınavına girdiğim yıl, ilk kez iki basamaklı sınav uygulaması ile karşılaştım. yaşım eksik kaldığı için benden öncekilerin bir kez yaşadığı stres, benim karşıma tam iki kez çıktı. her iki sınavı da başardım ama notlarım eksik kaldığı için, çok heves ettiğim izmir yerine istanbul’u kazandım. ne yaşımın eksikliği, ne de aldığım notun eksikliği beni yıpratmadı, kendi kendime “nasıl olsa ileride telafi eder, tadını çıkarırım” dedim…
istanbul ün,versitesi, iktisat fakültesi’ndeki lisans eğitimim bitip uluslararası ilişkilerbölümü’nden mezun olduğumuzda, tüm dönem arkadaşımlarım ile birlikte double major-çift ana dal yaptığımızı da tesadüfen öğrendim. sonrasında yüksek lisans yapayım istedim, notlarım tuttu ama ilk yılın sonundaki günler ve geceler boyunca hazırlandığım ilk final sınavında “kapitalizmin şartları” sorulunca sabrım eksik kaldı. kağıdımı verdim, “yüksek lisans yapan birine lisans birinci sınıf vizesindeki soru sorulmaz” deyip çıktım. zaman içinde sildim attım kafamdan ama eksikliğini uzunca bir süre “çok derinden” hissettim, hatta eğitim durumumu soranlara bir kaç kez yüksek sesle “yüksek lisanstan terk” dedim…
okulu milattan öncede bırakınca kendimi bulunmaz hint patiskası gibi hissettim, pek bi’önem verdiğim iş dünyama kendimi maksimum kaptırdığım yıllarda hep zamanımın ne kadar eksik kaldığından yakındım. günde 8 saat çalışanlara bakıp, samimiyetle kendi geleceklerinden çaldıklarını düşündüm. inanılmaz ama yıllarca “en az 16 saat çalışmak gerek” türküsünü söyledim. zaman içinde bunun da yanlış ve eksik olduğunun farkına vardım, kendi kendime gizlice itiraf ettim…
arkadaşlarım, akranlarım 10-12 saat uyurken, hatta haftasonlarında bu süreyi 16-18 saate çıkarırken yine 5-6 saatlik uykum ile onlardan eksik kaldım. fazla uykunun zararları konusunda doktora yapacak kadar bilgi edindim ama bir de bakmışım ki bol uykuyu sevenler için gecemi gündüzüme katmışım yıllarca. bu kadarı da fazlaydı, kendi kendime “pes” dedim…
hem okudum, hem çalıştım. zaman kıttı. iktisat fakültesi’nin uluslararası ilişkiler bölümü’nde okurken sırası ile önce türk haberler ajansı’nda, sonrasında da nokta dergisinde çalıştım. zaman yetmiyordu. türk haberler ajansı’ndaki işim, şirket hiyerarşisi içinde office-boy’un altındaydı, onun bastığı haber bültenlerini sokakta kapı kapı dolaşıp dağıtırdım. zaman hep eksik kalırdı. nokta büyük fırsattı genç bir delikanlı için ama zamanım yetmezdi, gece yarısından önce çıkamazdım ercan arıklı’nın yönettiği nokta dergisi binasından. bana göre herşey doğruydu ama bir şey, hatta bir çok şey eksikti. en çok da yol kenarındaki bir cafe’de içilen kahve keyfi eksikti. bunları düşündüğümde kendi kendime, “şımarma” derdim ama bu eksik, sonraki yıllarda bile içime dert olmaya devam etti…
ilk genel müdür yardımcısı ünvanımı aldığımda ayaklarımı yerden kesmişti, “fazlasıyla hak ettiğim” söylendi. “madem hak ettim, neden fazlası değil” demek aklıma bile gelmedi.
geçen binyılda, yabancı ortağı olmayan ve üstüne üstlük hizmet sektöründe olan bir şirketin cirosunun milyon doları aşması pek alışılmış bir durum değildi. bir değil tam beş milyon dolar eşiğinin aşılmasında kilit rol oynadım. geçtim beş bin liralık primi, beş saniye ayrılıp da “teşekkür ederiz” bile denmedi. “hevesim kursağımda kaldı” demiyeyim ama içimde bir kez daha büyük bir şey eksik kaldı…
20’li yaşlar, 30’lu yaşlar, 40’lı yaşlar hızla geçti… hiç bir eksiğim yok, her yaşın hakkı tamam diyordum. üstlendiğim her işin hakkını verdim diyordum. başımı kaldırınca ve farklı bir açıdan bakınca epeyce eksiğim olduğunu fark ettim, içim burkuldu. daha önce de olduğu gibi kendi kendime kızdım, kocaman bir “pes” dedim…
bugün-yarın 50 olacağım…
daha sonra 60, olur mu olmaz mı bilmiyorum…
40 küsur yıl insanı yoruyor, 50’lerde bunu telafi edecek güç olacak mı bilmiyorum…
birinci bahar’dan kimse bahsetmiyor ama ikinci bahar dillere pelesenk. gülüp geçiyorum kendi kendime, “hayırlısı” diye ağzımda geveliyorum. insan ister hiç bir şeyin eksik olmadığı anları, hatta uzunca bir zamanı ve mümkünse de yılları. bazen oluyor, bazen olmuyor ama bir şeyler hep eksik kalıyor.
60’lar yeni bir şeyler getirir de eksikleri giderir mi hakikaten kestiremiyorum. kimi çağdaşlarım 70’lerinden, 80’lerinden bahsediyor. planlarını anlatıyor. daha eğitimi süren çocuklarından bekledikleri torunlardan söz ediyorlar. yolları açık olsun. gönüllerine yakıştırdıkları, gerçekleri olsun elbette. kendi adıma, kendi payıma bu konuda da eksik olduğumun altını çizmeliyim. takvim yapraklarımın eksik olmasında değil sorun, daha derinde… bir başka eksik’te…
zaman eksik…
mekan eksik…
sağlık eksik…
huzur eksik…
bilgi eksik…
para eksik…
özetle ağız tadı eksik…
bu yazıyı yazarken, eksikleri sıralayıp “nasıl gideririm” sorusuna yanıt aramaktı niyetim. sanırım bu da bir başka eksik oldu…
şu eksikler bir bitse… yaşamın bir döneminde de eksik’ler ile uğraşmasam…
öyle bir zaman geldiğinde o kadar mutlu olacağım ki, geride kalan kimi eksikleri bile görmeyeceğim, görmezden geleceğim…
dilerim öyle bir zaman vardır, dilerim o dönem gelsin…
“eksiksizlik, ütopyadır” mı dedi biri uzaktan…
çeneni kapat arkadaş, bir ümidim var onu da tüketme bari…
belki vardır…
bakın bu bir fincan kahvenin hiç bir eksiği yok…

görünüm mükemmel, tadı yerinde, sıcaklığı kıvamında, üstelik de durduğu yerde başlı başına bir mutluluk kaynağı…
kahve de özlenir mi, özlenirmiş… can çeker mi, hem de çok fena çekermiş…

bugün bir saat’e razıyım…

Yorum bırakın


bugün 13 ocak, üstelik de cuma. özel bir saat’e razıyken koca bir yılı, hatta yarım yüzyıla yaklaşan ömrümü saniye saniye gözden geçirmeye iten özel bir tarih bugün…
– insanlar bazen çok güçlü oluyor, bazen çok çaresiz…
– bazen yeterliyiz, bazen aciz kalıyoruz…
– bazen çok seviyoruz, bazen sitem ediyoruz…
– bazen bilge kesiliyoruz, bazen zır cahil oluyoruz…
– bazen istiyoruz, bazen sırt dönüyoruz…
– bazen orada olmak istiyoruz, bazen olduğumuz yerde kalıveriyoruz…
biz, insanlar çok karışığız, hatta karmakarışığız…
bundan tam bir yıl önce, tam da bu tarihte, insanı yoran bu karmaşıklıktan kısa bir süre için de olsa uzak kaldım. evet, bundan tam bir yıl önce tam da bu tarihte, bu dünyadaki son günüm ile öbür dünyadaki ilk günüm arasında duraklamıştım…
ayağım mı tökezledi de burada kaldım, yoksa adım mı atamadım da öte tarafa geçemedim hiç bilmiyorum, bilemiyorum, sanıyorum bundan sonrasında da bilemeyeceğim…
bazen ayağım tökezlemiş gibi geliyor, bazen adım atamamışım gibi hissediyorum… bir ihtimal, bilmek istemiyorumdur, ya da bilmeye hazır değilimdir belki de…
“peki öyle olsun” deseler neyse de, “kim bilir?” diye sorsalar yanıt veren çıkar mı, onu bile bilmiyorum. ama bildiğim bir şey var, daha doğrusu hoşuma giden bir şey…
sevgili dostum, düşün dünyamdaki sevgili kardeş’im kağan kongar’ın geçenlerde kolunda gördüğüm bir saat. görünümü son derece sıradan, özetle benim gibi saat kullanma engelli birinin dikkatini hiç mi hiç çekmeyecek bir şey. ama “bak bu eğlenceli bir şey” deyip de saatini burnumun dibine uzattığında aklım başından gitti, gözlerim yerinden uğradı, kanım hızlandı damarlarımda.
kolundaki o saat İ…NA…NIL…MAZ…DI…

saatin mekanizması, kadranı, akrep ve yelkovanının hareketi bilinenin tam tersiydi. sizin anlayacağınız “bu saatte hiç bir şey “saat yönünde” değildi. 12’den sonra 11 geliyor, onu 10 izliyor, en sağda 9 duruyor, alta doğru 8 ve 7 yerlerini alıyor, 6 konumunu muhafaza ederken, 5 için hafifçe yükselmek, 4 için bu gayreti sürdürmek gerekiyor, 3 aslanlar gibi saatin soluna kurulmuş bekliyor, 2 ve 1 de kalan boşlukları dolduruyordu. özetle saatin tüm unsurları sıradan ancak konumlandırılmaları ve işlevleri son derece sıradışıydı…
saat, bana göre MUH…TE…ŞEM…Dİ…
ilk baktığımda zamanın geriye gittiğini gördüğüm hissine kapıldım. gerçekten de zaman, gözlerimin önünde hem de hiç sorunsuz bir halde, tıkır tıkır geriye gidiyordu.
saatin bu özelliği MÜ…KEM…MEL…Dİ…
gözümü alamadığım bu saate baktıkça bu yönü ile ne kadar MU…AZ…ZAM… olduğunu düşündüm. yaşamlarımızı her tür olumsuzluktan arındırabilecek, hataları hiç yapmama fırsatı verecek, iyiyi ve doğruyu seçebilmemizi sağlayacak bir MU…Cİ…ZE… olduğu fikri aklımı doldurdu. belki beni bir yıl öncesine ve hatta belki daha da öncesine götürebileceğini düşündüm o anda.
– ne güzel olurdu geçmişe dönebilsem…
– böyle bir fırsat için nelerden vazgeçerdim diye akıl gezdirdim.
– koluma takacak cesaretim olduğunu şaşırarak fark ettim.
benim öyle bir saatim olsa ve taktığımda beni zamanın tersi yönde geçmişe götürecek mucizeyi sunsa, bir an bile gözümü kırpmayacağımı anladım…
– başka şeyleri de anladım…
– yaşadığımız zaman kıymetli, yaşayacaklarımız da!
eğer böyle mucizevi bir saatiniz olamayacaksa, insanın en büyük başarısı; geçmişteki zamanlarımızın kıymetini bilerek gelecek zamanların hakkını daha iyi verme becerisi kazanmak olsa gerek. en azından bana göre, bu böyle…