Çocuklara yönelik etkinlikler uzmanlık gerektirir

Yorum bırakın


Günümüzde etkinlik kavramı nasıl sınır tanımadan genişliyorsa, katılımcı profili de hızla değişiyor. Etkinlik denilince akla ilk gelen sportif ve müzikal faaliyetler bugünün genç bireylerine yetmiyor. Yaşları 18’in altındaki bu yeni profil her ne kadar kendi alanlarına sığınmayı tercih ediyor olsa da bilimden ekolojiye, teknolojiden doğaya hemen her alanda beceriler edinmeleri ve kendilerini geliştirmeleri gerekiyor. Bunun için de yepyeni seçenekler sunmak bizlere düşüyor. Bu konuda çalışacakların da yeni nesil etkinlikleri “eğlenirken öğrenmek, öğrenirken eğlenmek” anlayışı ile tasarlaması gerekiyor.

Formül basit; Y+Z generations = edutainment (entertainment + education) 

Bugünün gençleri her ne kadar yetişkinler tarafından “#çocuk” yerine konulsa da etkinlik tasarımı ve yönetimi alanında çalışan profesyonellerin, bu grubu öncelikle “çağımızın genç bireyleri” olarak tanıması gerekiyor. Burada anahtar sözcük “#birey”. Her tür bilgiye erişmelerinin, hemen her konuda istediklerine elde etmelerinin kolaylaşması beraberinde zahmetsiz bir yaşamı getirirken ne yazık ki kimi alanlarda da becerilerin yitip gitmesine sebep oluyor.

Bu noktada akla ilk gelen dijital dünya, cep telefonları, tabletler, uygulamalar (apps) ve e-oyunlar oluyor. Bunların hiçbiri yanlış değil elbette ancak genç bireylerin yaşamlarında bunlara olan yakınlıkları, bağlılıkları ve dahası bağımlılıkları pek çok açıdan eğitimcileri endişelendiriyor. İntihar ettiğini anlayamayacak kadar gerçeklikten kopmaların sebep olduğu ölümlerden dijital dünya ile en önemli bağlantısı olan cep telefonundan (ya da tabletinden) uzak kalacağı korkusu anlamına gelen nomofobi (mo mobile phobia) bu tür tehditler arasında ilk sıraları alıyor. Öte yandan çimene basamayan bebeklerden toprağa dokunamayan çocuklara, aslanı görse sevecek ama sineğin sesini duyduğunda kaçacak yer arayan genç bireylerde giderek yaygınlaşan doğadan korkma hali olan ekofobi (ecology phobia) bu tehdidin bir başka yanı.

Kendi kişisel gelişimi için çevresini daha iyi gözleyip, tanıması ve akranları ile yüz yüze arkadaşlıklar geliştirmek yerine bir kenara çekilip hatta kendini kapatarak hareketsizleşmeleri de ileri ortaya çıkacak çok ciddi sağlık sorunlarının habercisi.

Peki ne yapmalı?

Bir anlamda sürüden ayrılmalı, “herkes böyle yapıyor” argümanına sığınmaktan vaz geçilmeli, yeni bir rota çizilmeli…

Hangi konulara odaklanmak gerek?

Genç bireylerin önüne barikatlar konuldukça, yasaklamalar getirildikçe bunu aşmaya yöneldikleri ve sözde alınan bu tür önlemlerin hiç bir işe yaramadığı zaten malum. Herkesçe bilinen bu durum, uzmanlar tarafından da sıklıkla seslendiriliyor.

1980 öncesi doğan X kuşağı yani günümüzün yetişkinleri için Y kuşağı; tek kelime ile “uyumsuz”. Bunun başlıca sebepleri de otoriteyi ve çalışmayı sevmemeleri, kendilerini ispat etmek için gerçekçi olmaktan uzak talep ve tavırları yeğlemeleri. Her iki kuşağa göre de Z kuşağı; yani 2000’den sonra doğanlar, tam anlamıyla “saygısız”. Oysa sabırsız olmaları, aynı anda birden çok konuya yönelmeleri, geleneksel davranışlara değer vermemeleri ve düşüncelerini nezaket sınırlarını aşıp aşmadığına bakmaksızın doğrudan söylemeleri bu anlama çekilmemeli…

Dünyanın onlar için çok da uygun olmadığını göz önünde tutmakta yarar var. Hatta sıkıcı olduğunu bile düşünmek gerekebilir. Bu sebeple genç bireyler için sevmedikleri sıkıcı dünyada sunulanların yerine yaratıcı çalışmalar kadar yenilikçi aktiviteler, doğru yaş grupları kadar keşif yapacakları etkinlikler çok önemli. Önemli ne ki, gerekli…

Çocuklara hazır verilenler gösterişli, çekici hatta görsel açıdan son derece görkemli olabilir. Bunlar sosyal medya paylaşımları için de eşsiziz muhakkak ama çocuklar için ne kadar yararlıdır? Bazen kaldırımdaki bir su birikintisi, bazen de çamurlu toprak daha cazip gelir çocuklara. Bir kuru yaprak ya da dal parçası çocuklar için yeni dünyanın kapısını açan #anahtar oluverir. Elindekinin ne olduğu ya da nereye bastığı hiç önemli değildir, hayal dünyasında ne varsa ve nereye gittiyse oradadır bunlar sayesinde.

Yaratıcılığı desteleyen oyunlar ve atölyeler

Farklı yaş grupları arasında en yaygın olanlar #dans, #drama, #resim, #marangozluk ve #yemek. Dans; giderek uzaklaşılan #folklor ile başlayıp baleye kadar uzanan ve işin içine #müzik başta olmak üzere fiziksel becerilerin gelişimine de olanak sunan pek çok unsuru çocuklara sunmanın bir yolu. Drama; sadece teatral çalışmalar ile sınırlı kalmayan rol model çalışmalarına, #diksiyon ve beden diline uzanan sayısız becerinin kazanmasına zemin hazırlıyor. Resim; çok çeşitli malzemelerin kullanılarak ortaya renk cümbüşü çıkartılmasının yolu olduğu gibi boyanın dışında kullanılan hamur ve diğer objeler ile plastik sanatların da başlangıcı olarak farklı olanaklar sunuyor. Marangozluk; el aletleri tanımak ile başlayan beceri edinme ve geliştirme yolculuğunda çivi çakmaktan tahta kesmeye, parçaları birleştirmekten #maket yapımına kadar çok farklı seçenekler sunuyor, günümüzde talebi giderek artan marangozluk atölyeleri için adeta hazırlık sınıfı oluyor. Yemek ise #mutfaksanatları perspektifi ile elde yoğurulan hamurdan makarna yapımı, birbirinden lezzetli malzemelerin uygun biçimde eşleştirilmesinin neticesi olarak özgün kurabiye ve kek pişirme, meraklısı için suşi hazırlama gibi alışılmışların yanında sıra dışı olanaklarını da barındırıyor.

Yaşlar büyüdükçe seramik boyama, animasyon, mizah, sabun, mum yapımı atölyeleri devreye giriyor. Arkadaşlarına doğum günü hediyesi olarak özel tasarım fincan veya kupalar ile farkındalık yaratmak, aile bireylerinin fotoğrafları ile bilgisayar başında kısa canlandırmalar ile evin yıldızı olmak, kullanıldıkça el yıkayanın eline kokusu ile kaplayan sabunlar ya da yandıkça bulunduğu odanın havasına iç açıcı kokular katan mumlar üreterek yaratıcılığını sergilemek. Bu sayede de toplayacağı takdir ile kendine olan güvenini pekiştirmek.

Zihinsel gelişim için satranç ve STEM

Günümüzde giderek daha çok göz ardı ediliyor ve çocukların dünyasından uzaklaşıyor olsa da #satranç, çocukların strateji geliştirmesine doğrudan eşsiz bir katkı sağlıyor. Taşların yerini çocukların alacağı, ne zaman nasıl hareket edeceğini bilerek ve hamle sırasının gelmesi için sabretmeyi öğrenecekleri dev bir satranç, hemen her belediye için hem düşük maliyetli, hem de çocuk parklarına değer katacak bir oyun alanı ve atraksiyon fırsatı.

Son yıllarda popülaritesi aratan robotik, 3 boyutlu yazıcılar ve kodlama çalışmaları kısaca #STEM olarak anılan bilim (science), teknoloji (technology), mühendislik (engineering) ve matematik (mathematics) disiplinlerini buluşturuyor. Bu buluşma kutudan çıkan kablo, pil, lamba gibi temel elemanların birleştirilmesi ile ortaya çıkan elektrik devrelerinden tekerlek ve motor gibi görece daha gelişmiş elemanların devreye gireceği hareket edebilen tasarımları da mümkün kılıyor. Biraz çaba ve deneyim ile minyatür heykellerden rengarenk oyuncaklara pek çok objeyi 3 boyutlu yazıcıda basmak da bu anlayış içinde yer alıyor.

Her zaman doğa ile iç içe olmak…

Şehir yaşamında çoğunlukla beton hücrelerde yaşamaya mahkum edilen çocuklar için doğa, adeta bir masal ülkesi. Bu ülkede bereketli #toprak, temiz #hava, akarken içilebilen #su var ama biz yokuz… İnsanın dahil olduğu doğada ise ne yazık ki yanıp yok olan ormanlar, nesli tükenen ve yok olan hayvanlar, kuruyan göller ve nehirler var sadece… Oysa genç bireylere doğayı sevdirebilmek için önce tanıtmak ve tekrar tekrar anlatmak gerek.

Dünyanın en eski canlılarından biri olan solucanları tanımak, yararlarını öğrenmek ve organik atıkları değerlendirerek gübreye dönüştürecek bir solucan evi kurarak vermikültür konusuna girmek mümkün… Aile bireylerine para harcamadan ve karbon ayak izi üretmeden sadece eski gazeteleri kullanarak rengarenk açacak tohum topları yapmak da mümkün… Evlerde, mutfaklarda, balkonlarda hatta pencere kenarlarında bir kısım şifalı bitkiyi tohumdan ya da fideden yetiştirmek ve her sofra için bunların hasatını yapan küçük birer çiftçi olmak da hiç zor değil.

Çocukları toprak, hava ve su ile buluşturan az sayıda da olsa etkinlik ve aktivite mevcut. Her manav veya markette atılan tahta sandıklarda mini bahçeler kurup, tarımla uğraşmak son derece kolay. Maydanoz, nane, roka, biberiye gibi şifalı bitkiler yetiştirmek hiç de zor değil. Biber ve domates tohumları ile yumurta kartonu içinde ilk fideleri yetiştirmek her zaman güzel bir başlangıç. Avokado çekirdeği ile ilk fidancılık deneyimi edinmek, hatta portakal, mandalina ve limon çekirdekleri ile işi büyütmek. Su eksik etmemek ve güneş görmelerini sağlamak yeterli…

Genç bireylerin salyangozdan bıldırcına, sokak kuşlarından akvaryum balıklarına ve diğer canlılar için yuvalar, evler, barınaklar kurarak tv’deki belgeseller yerine gerçek yaşamlarını izleyebilecekleri ortamlarda öğrenecekleri tam anlamıyla paha biçilmez olacaktır. Kanatlı ve kuyruklu kardeşler edinecekleri için yaşamları boyunca ne hayvanlara, ne bitkilere ve de diğer insanlara zarar vermeyecek bireyler olarak yetişeceklerdir.

Doğada kısa yürüyüşler (hiking) ile başlayıp konaklamalı (trekking) ve hatta çadır (camping) deneyimi edinecekleri maceraları da göz ardı etmemek gerekir. Toprağa dokunmak, suyu tatmak, havayı koklamak ancak ateş yakmayı ve söndürmeyi öğrenerek bütünlenecek bir başka dünyayı tanımalarını sağlayacaktır.

Sayı sayabilen beyin yetmez, güçlü bir beden de gerek!

Çocukların bedensel gelişiminin en az zihinsel gelişimleri kadar önemli olduğunu bilmeyen yok. Ama iş uygulamaya gelince hele de küçüklerin en küçük şikayetinde bedensel faaliyetlerden ve sportif etkinliklerden vaz geçen çok! Oysa dersler ile sürekli çalıştırılan beyinlerin yanında egzersizler ile çalıştırılan bedenler de gerekli.

Yaşlarına uygun sportif faaliyetler; yürüyüş, yüzme, bisiklet, kayak gibi bedenin simetrik gelişimini sağlayacak ve destekleyecek branşlarda yapılacak sportif çalışmalar çok daha öncelikli ve önemli.

Beyin bir yanı ile estetik ve sanatsal konulara yatkın, diğer yanı ise analitik düşünme açısından iyidir. Sağı ile solu, birbirinden farklıdır ancak ikisi birlikte, bir bütün olarak bireyin zihinsel gücünü pekiştirir. Peki ya beden, beden bu resmin neresinde? Beynin beden ile, zihinsel yanın fiziksel yan ile birbirini tamamlaması gerekmiyor mu?

Bu soruya “evet” diyorsanız, bu yazıdaki tüm hashtag’ler ile arama yapmaya başlamanızı ve çocuğunuz için etkinlik planı yapmanızı öneririz. Elbette önünüze ilk çıkan ile değil hem çocuklara formasyon kazandırma, hem de etkinlik alanında uzman olanlar ile…

EVENTNEWS.ONLINE sitesindeki yayın: https://eventnews.online/2019/11/18/hakan-turkkusu/

today is THE DAY for ROTU

Yorum bırakın


ROTU – Rhythm of the Universe will be face of the Outside the Box Festival will will be held July 13-20, 2013 in Boston and please note that the festival will be launched today with a press conference…
About Rhythm of the Universe @ Outside the Box festival

5N1K ile Etkinlik Yönetimi | Event Management via 5N1K

Yorum bırakın


kitabım bugün tam bir aylık oldu… yazıldı, okundu, basıldı ve sizlere ulaştı. bir kaç sözcükle anlatılabilecek kadar sade ama yaşanırken ve özellikle de bir sonraki aşamaya geçiş beklenirken de bir o kadar sancılı bir süreç. ilgi, umduğumdan büyük, satış da beklediğimden yüksek. önümüzdeki aylarda yeni baskı olacak gibi… 🙂
facebook sayfamızdaki göstergelere göre; kitabın varlığından haberdar olan olan sizler ve sizlerin dostları ile 66 bini aşan bir topluluk söz konusu. müthiş bir sayı bu. aynı sayfadan anladığım kadarı ile genel bir beğeni de söz konusu. bu beğeni sadece tıklamalardan ibaret de değil üstelik, eski usül “sevgili hakan” diye başlayan mesajların içinde, hem de satırlar boyunca…
sağolun;
– sağolun emeğe saygı duyup satın aldığınız için…
– sağolun zaman ayırıp okuduğunuz için…
– sağolun düşündüklerinizi paylaştığınız için…
turk_kahvesi her biriniz ile kahve içip sohbet etmiş gibiyim. “bir kahvenin 40 yıl hatırı vardır” derler, katkılarınız ile sizin de ben de 40 yıl hatırı var artık.
bir eksiğimiz kahve idi, o da burada hazır işte…

siz ne görüyorsunuz?

1 Yorum


fotoğrafa bakıldığında söylenecek çok laf var aslında. gülüp geçmeden, işi muzipliğe dökmeden “alıcı gözle” bir daha bakın lütfen…
yaşamın vazgeçilmezleri arasında ilk sıralardaki yerini koruyan; biri iyimser, diğeri ise karamsar olan düalist/ikili bakış açısı ile “çok yazık” demek mümkün, “çok mutlu” da…
mesele, durumun tespitinden ziyade bu kelamı edenin yaklaşımında. bir anlamda bakan kişinin ne gördüğü, kendisinin ne olduğu’nda yatıyor…
kimileri bu fotoğraftakinin evsiz bir vatandaş olduğunu, dünya ile ilişiğini kestiğini hatta belki de sızmış olduğunu söyleyecektir. doğru olabilir. kişi şanssız olabilir, başarısız olabilir, yalnız olabilir, yoksul ya da yoksun olabilir. kişi açtır, açıkta kalmıştır. akla gelebilecek her tür olumsuzluk, eline geçirdiği buna benzer bir kişide vücut bulabilir. bunun örneklerine sıkça rastlarız günlük yaşamlarımızda. sakın “yok” demeyin, mutlaka vardır. görmüyorsak, bu bize ait bir başka sıkıntının alametidir.
kimilerine göre de sokakta kalmış ama sokakta kalmanın mahzunluğunu ustaca yenmiş, itilmişliği kendi kendine kurduğu dünyadan def etmiş bir adam oturmaktadır köşesinde. ayaklarını uzatmış, hafiften içi geçmiştir ve bir çoğumuzun kendi evinde bile olamadığı kadar rahattır. sokak, onun için ev’dir. duvar, başının altındaki yastıktır, yalnızlık, derin bir uykudur…
bir grafiti sanatçısının ironik çalışması olduğunu düşünen de çıkabilir, “evinizin herşeyi” sloganlı ikea reklamlarına marjinal bir yaklaşım olduğunu sananlar da olabilir.
bence bütün bu bakış açıları doğru olabilir. bana göre; içlerinden birine bile yanlış demek mümkün değildir. ancak bir değerlendirme yapılacaksa söz sırası o fotoğrafa bakan bakan gözde, gözün gördüğünü değerlendiren beyinde, o beyni besleyen gönüldedir…
samimiyetle merak ediyorum ve soruyorum, siz bu resimde ne görüyorsunuz?
a) yaşamda kaybetmiş biri
b) yoksunluğa direnen biri
c) kendi halinde mutlu biri
d) beni hiç ilgilendirmiyor!
e) düşünmek için süre gerekiyor
yanıtı (a) olanlar, “bu kadar acımasız olmayın, orada uzanmış ama yaşamı bırakmamış kişi siz de olabilirsiniz”… (b) diyenler, “sizinle aynı fikirdeyim”… (c) şıkkını seçenler, “sizi seviyorum, gönlünüz gani gani geniş olsun”… kararı (d) olanlar, “canınız sağolsun ama hiç olmazsa sonuncu seçeneği bir daha düşünseniz… ve son olarak de (e) seçeneğini tercih edenler, “teşekkürler, belki zaman içinde karar değiştirirsiniz”…
bu seçenekleri yeterli bulmayıp, kendi şıklarınızı da ekleyebilirsiniz. bu beni de ziyadesi ile memnun eder… anket yapacak değilim ama paylaşacağınız görüşlerinizin benim bakış açıma zenginlik katacağından eminim…

Eksiksiz olmuyor (mu?)

Yorum bırakın


yaşamım boyunca hep eksikliklerle uğraştım…
çocuktum ufacıktım, boyu sıraya ancak yeten bir küçük çocuktum, eksik bilgilerim yüzünden eksik kalan notlarım ile boğuştum. sonra büyüdüm, ama yine eksiklerim yüzünden okulun “en gözde delikanlısı” olma fırsatı kaçırdım. ama ne notlarımın eksikliği, ne de kerşı cinsin ilgisinin eksikliği beni üzmedi, kendi kendime “nasıl olsa ileride olur” dedim…
ilk işime başladığımda bir çelimsiz çocuktum, nasıl olmayayım henüz 12-13 yaşlarındaydım, ilkokul bitmiş ve anadolu lisesi’nin hazırlık sınıfını tamamlamıştım. bu işim bir antika eşya satışı yapılan bir dükkandı, iyi bir oteldeydi. mesai ilk grupların check-out yaptığı 06:00’da başlar, yemeklerini yiyen otel misafirlerinin yatmadan önce lobby’de dolaştığı 23:00 sonrası biterdi. düzeni aksatmazdım ama içten içe farkındaydım ve kendi kendime “bu tempoya ne gücüm, ne de enerjim yeter” derdim…
üniversite sınavına girdiğim yıl, ilk kez iki basamaklı sınav uygulaması ile karşılaştım. yaşım eksik kaldığı için benden öncekilerin bir kez yaşadığı stres, benim karşıma tam iki kez çıktı. her iki sınavı da başardım ama notlarım eksik kaldığı için, çok heves ettiğim izmir yerine istanbul’u kazandım. ne yaşımın eksikliği, ne de aldığım notun eksikliği beni yıpratmadı, kendi kendime “nasıl olsa ileride telafi eder, tadını çıkarırım” dedim…
istanbul ün,versitesi, iktisat fakültesi’ndeki lisans eğitimim bitip uluslararası ilişkilerbölümü’nden mezun olduğumuzda, tüm dönem arkadaşımlarım ile birlikte double major-çift ana dal yaptığımızı da tesadüfen öğrendim. sonrasında yüksek lisans yapayım istedim, notlarım tuttu ama ilk yılın sonundaki günler ve geceler boyunca hazırlandığım ilk final sınavında “kapitalizmin şartları” sorulunca sabrım eksik kaldı. kağıdımı verdim, “yüksek lisans yapan birine lisans birinci sınıf vizesindeki soru sorulmaz” deyip çıktım. zaman içinde sildim attım kafamdan ama eksikliğini uzunca bir süre “çok derinden” hissettim, hatta eğitim durumumu soranlara bir kaç kez yüksek sesle “yüksek lisanstan terk” dedim…
okulu milattan öncede bırakınca kendimi bulunmaz hint patiskası gibi hissettim, pek bi’önem verdiğim iş dünyama kendimi maksimum kaptırdığım yıllarda hep zamanımın ne kadar eksik kaldığından yakındım. günde 8 saat çalışanlara bakıp, samimiyetle kendi geleceklerinden çaldıklarını düşündüm. inanılmaz ama yıllarca “en az 16 saat çalışmak gerek” türküsünü söyledim. zaman içinde bunun da yanlış ve eksik olduğunun farkına vardım, kendi kendime gizlice itiraf ettim…
arkadaşlarım, akranlarım 10-12 saat uyurken, hatta haftasonlarında bu süreyi 16-18 saate çıkarırken yine 5-6 saatlik uykum ile onlardan eksik kaldım. fazla uykunun zararları konusunda doktora yapacak kadar bilgi edindim ama bir de bakmışım ki bol uykuyu sevenler için gecemi gündüzüme katmışım yıllarca. bu kadarı da fazlaydı, kendi kendime “pes” dedim…
hem okudum, hem çalıştım. zaman kıttı. iktisat fakültesi’nin uluslararası ilişkiler bölümü’nde okurken sırası ile önce türk haberler ajansı’nda, sonrasında da nokta dergisinde çalıştım. zaman yetmiyordu. türk haberler ajansı’ndaki işim, şirket hiyerarşisi içinde office-boy’un altındaydı, onun bastığı haber bültenlerini sokakta kapı kapı dolaşıp dağıtırdım. zaman hep eksik kalırdı. nokta büyük fırsattı genç bir delikanlı için ama zamanım yetmezdi, gece yarısından önce çıkamazdım ercan arıklı’nın yönettiği nokta dergisi binasından. bana göre herşey doğruydu ama bir şey, hatta bir çok şey eksikti. en çok da yol kenarındaki bir cafe’de içilen kahve keyfi eksikti. bunları düşündüğümde kendi kendime, “şımarma” derdim ama bu eksik, sonraki yıllarda bile içime dert olmaya devam etti…
ilk genel müdür yardımcısı ünvanımı aldığımda ayaklarımı yerden kesmişti, “fazlasıyla hak ettiğim” söylendi. “madem hak ettim, neden fazlası değil” demek aklıma bile gelmedi.
geçen binyılda, yabancı ortağı olmayan ve üstüne üstlük hizmet sektöründe olan bir şirketin cirosunun milyon doları aşması pek alışılmış bir durum değildi. bir değil tam beş milyon dolar eşiğinin aşılmasında kilit rol oynadım. geçtim beş bin liralık primi, beş saniye ayrılıp da “teşekkür ederiz” bile denmedi. “hevesim kursağımda kaldı” demiyeyim ama içimde bir kez daha büyük bir şey eksik kaldı…
20’li yaşlar, 30’lu yaşlar, 40’lı yaşlar hızla geçti… hiç bir eksiğim yok, her yaşın hakkı tamam diyordum. üstlendiğim her işin hakkını verdim diyordum. başımı kaldırınca ve farklı bir açıdan bakınca epeyce eksiğim olduğunu fark ettim, içim burkuldu. daha önce de olduğu gibi kendi kendime kızdım, kocaman bir “pes” dedim…
bugün-yarın 50 olacağım…
daha sonra 60, olur mu olmaz mı bilmiyorum…
40 küsur yıl insanı yoruyor, 50’lerde bunu telafi edecek güç olacak mı bilmiyorum…
birinci bahar’dan kimse bahsetmiyor ama ikinci bahar dillere pelesenk. gülüp geçiyorum kendi kendime, “hayırlısı” diye ağzımda geveliyorum. insan ister hiç bir şeyin eksik olmadığı anları, hatta uzunca bir zamanı ve mümkünse de yılları. bazen oluyor, bazen olmuyor ama bir şeyler hep eksik kalıyor.
60’lar yeni bir şeyler getirir de eksikleri giderir mi hakikaten kestiremiyorum. kimi çağdaşlarım 70’lerinden, 80’lerinden bahsediyor. planlarını anlatıyor. daha eğitimi süren çocuklarından bekledikleri torunlardan söz ediyorlar. yolları açık olsun. gönüllerine yakıştırdıkları, gerçekleri olsun elbette. kendi adıma, kendi payıma bu konuda da eksik olduğumun altını çizmeliyim. takvim yapraklarımın eksik olmasında değil sorun, daha derinde… bir başka eksik’te…
zaman eksik…
mekan eksik…
sağlık eksik…
huzur eksik…
bilgi eksik…
para eksik…
özetle ağız tadı eksik…
bu yazıyı yazarken, eksikleri sıralayıp “nasıl gideririm” sorusuna yanıt aramaktı niyetim. sanırım bu da bir başka eksik oldu…
şu eksikler bir bitse… yaşamın bir döneminde de eksik’ler ile uğraşmasam…
öyle bir zaman geldiğinde o kadar mutlu olacağım ki, geride kalan kimi eksikleri bile görmeyeceğim, görmezden geleceğim…
dilerim öyle bir zaman vardır, dilerim o dönem gelsin…
“eksiksizlik, ütopyadır” mı dedi biri uzaktan…
çeneni kapat arkadaş, bir ümidim var onu da tüketme bari…
belki vardır…
bakın bu bir fincan kahvenin hiç bir eksiği yok…

görünüm mükemmel, tadı yerinde, sıcaklığı kıvamında, üstelik de durduğu yerde başlı başına bir mutluluk kaynağı…
kahve de özlenir mi, özlenirmiş… can çeker mi, hem de çok fena çekermiş…

SÖZ UÇAR, YAZI KALIR 11

Yorum bırakın


insanın kendini ifade etmesini, edebilmesini her zaman “insanın en büyük erdemi” diye kabul ettim. kimbilir belki de o yüzden yazı yazmayı o kadar sevdim, yazı yazmanın önemine inandım. yazarsan hem kendimi anlatırım, hem de başkalarını anlarım diye düşündüm herhalde. başarılı oldum mu, olmadım mı bilemem, bunu zaman gösterecek ve farkındayım ki “o zaman” hiç bir zaman gelmeyecek!
bu düşünce harmanı içinde onca yılı geride bıraktığımda bir de fotoğrafların bu konuda muazzam olanaklar sunduğunu fark ettim. kendini ifade etmekten, başkalarını anlamaktan ziyade durumu kavrama konusunda ne kadar olağanüstü olduklarını keşfettim. belki de bu yüzden kendime yakın hissettiğim pek çok arkadaşım fotoğraf sevdadalısı. belki onlardan da bir şeyler öğrenmeyi umdum, kimbilir…
bu sabah “bir fotoğraf, bin yazıya bedel” dedirtecek kadar başarılı bir çalışmaya rastladım. türkiye’de hemen hemen hiç tanınmayan isviçreli bir sanatçı olan ursus wehrli’nin “the art of clean up” isimli yeni kitabındaki bu çalışma; bana insanın kendini ifade etmesi kadar “insanın ne halde olmasının istendiği” ile “insanın tercihinin ne kadar farklı olabileceği”ni anlattı. hepimiz öyle değil miyiz zaten? başkalarının bizi görmek/sokmak istediği kalıp ile olmak istediğimiz arasında kendimi ifade etmek için çabalamıyor muyuz ömür boyu…
bir çoğumuz suya yazı yazar gibi kuma yazıyoruz, belki bizden bir şey kalır umudu ile ve de kalmayacağını bile bile!

the art of clean up

coşkun aral

1 Yorum


haber fotoğrafları ile tanıdığım, camel trophy için birlikte çalıştığım, haberci programı ile takip ettiğim, yemek pişirme zevkini paylaştığım gazeteci dostum.

ertuğrul balıkçıoğlu

Yorum bırakın


sinemayı ve fotoğrafı onun kadar tutkuyla seven bir başkasını tanımadım. tutku ile anlattıklarını zevkle dinlediğim –o dönemdeki– ev arkadaşım sevgili ertuğrul balıkçıoglu’nun çektiği karelerde hala o muazzam tutkuyu görmek hoşuma gidiyor.